Seyir Defteri #175 : The Last Duel

Sinemanın yaşayan son ustalarından Ridley Scott bizlere şahane filmler sunmaya devam ediyor. Bu yıl Napoleon filmiyle boy gösteren Scott, 2021 yılını da ziyadesiyle dolu geçirmişti.
Kariyerinde yönettiği ilk film olayların gene Fransa'da cereyan ettiği The Duellist (1977) olan Ridley Scott, yine aynı yerde geçen bir başka düelloyu konu eden The Last Duel ile birlikte House of Gucci'yi de aynı yıl içinde yönetmişti. The Last Duel filmini tesadüfen tam da 30 Kasım 2021'de izlemiştim, ustanın 84. yaş gününde. İlerleyen yaşına rağmen bir yılda iki tane birbirinden ağır film...
Tam 150 dakika süren film Ortaçağ soğukluğunu iliklerinize kadar hissettirirken karanlık ortamıyla sanki o devirlere yolculuk etmenizi sağlıyor diyebilirim. Başroller Matt Damon, Adam Driver, Jodie Comer ve Ben Affleck, yardımcı rollerdeyse Harriet Walter, Alex Lawther, Serena Kennedy, Tallulah Haddon ve Marton Csokas var. Hikaye üç ayrı kişinin gözünden anlatıldığı için teknik olarak ünlü Rashomon filmini andırıyor diyebiliriz.
İzlemeyenler hatta bazı izleyenler aynı şeyi üç kere anlatmış dese de bence kesinlikle öyle bir durum yok. Herkes olayları kendi yorumuyla kendi gözünden aktardığı için anlatımlar ve bundan yapılacak çıkarımlar öznel. Dikkatinizi iyice verdiğiniz takdirde farkları yakaladığınız gibi aynı şeylerin üç kere değil, sıralama yapılabilecek biçimde olaylara değinildiğini görebilirsiniz.
Efendim olaylar 1386 yılında geçiyor. İngiltere ve Fransa arasında tıpkı adı gibi gerçekte de tam yüz yıl süren Yüzyıl Savaşları var. İki taraf da savaşlardan bıkmış ve yılmış olsa da devam ediyor bu durum. Filmimiz ise bu savaşların bir evresi olan Caroline Savaşları'na denk geliyor. Yaver Jean de Carrouge (Matt Demon) ve yakın arkadaşı Jacques Le Gris (Adam Driver) savaştan döndükten sonra Kral 6.Charles (Alex Lawther) tarafından bölgenin yöneticisi olarak seçilen Kont Pierre d'Alençon (Ben Affleck)'a bağlılık yemini ederler. Eşini kaybetmiş olan Jean de Carrouge hem çocuk sahibi olmak hem de mali durumunu ilerletmek için -yeni eşin getireceği arazi ve mülk nitelikli çeyiz önemli bir şey o devirde- uygun bir eş aramaktadır.
Fransa'nın İngiltere'ye üstünlüğüyle sonuçlanan bu savaşlarda Marguerite de Thibouville'in babası Lord Robert De Thibouville (Nathaniel Parker) ülkesinin yerine İngiltere'nin tarafını tutmuştur ve insanların gözünde hain gibi bir şeydir. Fransa kralı da tüm bu yaptıklarına karşılık, halkın ona nasıl davranacağını bildiğinden olsa gerek, canını bağışlamıştır. Robert de Thibouville fazlasıyla varlıklı da olsa, insanlar dile getirmedikleri halde içlerinden geçeni bildiğinden herhalde, bu gayrıresmi hain yaftasından kurtulmak istemektedir. Haliyle kızını Jean de Carrouges'a vermek ve toplumun gözünde aklanmak ister.
Jean de Carrouges ile Marguerite de Thibouville evlenir ancak çocukları olmadığı için evlilikleri tatsızlaşır. Jean yaşamakta oldukları Bellême bölgesinin babasından sonraki yöneticisinin kendisi olması gerektiğini düşünmektedir. Ancak Kont Pierre d'Alençon buna izin vermediği gibi bu bölgedeki önemli bir mülkü de Robert de Thibouville'in ödenmemiş vergilerine karşılık almış, yönetici olarak da yeni gözde arkadaşı Jacques Le Gris'yi atamıştır. Jean ve Jacques'ın arası bu konudan dolayı bozulacak gibidir.
Kral 6.Charles'ın kuzeni olan Kont Pierre d'Alençon karakterine ve onu canlandıran Ben Affleck'e de değinmek istiyorum. Yaklaşık bir düzine çocuğu olan ve çocuklarının adlarını bilmeyen-karıştıran, sürekli sarhoş, rezilliğe doyamayan birine güzel hayat vermiş. İlk başta platin sarı saçlarla görünce acayip itici buldum (olay yeri Normandiya sonuçta) ama sonra bu haliyle sevimsiz Pierre d'Alençon'u daha iyi canlandırdığını düşündüm. Ben Affleck hoş biri sonuçta, kendi kumral haliyle oynasa karakteri beğenirdik falan, olmazdı. Ayrıca Matt Damon ile birlikte filmin metin yazarlarından birisi Affleck.
Fransa'nın bu dönemindeki insan ilişkileri bana neden bilmem Afganistan'ı anımsattı. 'Ne alaka?' diyeceksiniz biliyorum, şöyle ki yaşını başını almış adamların yanında hep gencecik kadınlar var. Bakıyorsun adam eşinin aslında babası yaşında, kadının adı yok. Günümüzdeyse katı İslam kurallarıyla yönetilen birbirinden iğrenç ülkelerde durum aynı. Demek ki bu malum ve mal ülkeler yaklaşık bi 800 yıl kadar sonra batılı ülkelere yetişecek. Ha gayret.
Yöneticiliği haksız bir şekilde yitiren Jean'ın evlilik yaşantısı da pek parlak değildir. Jean kütükten hallice tavırları olan biridir ve Jean'ın annesi Madame Nicole de Carrouges (Herriet Walter) da Marguerite üzerinde baskı kurmaya çalışmaktadır. Bu sırada çift bir arkadaşlarının davetleri üzerine uzun zamandan beri ilk kez tabir-i caizse insan içine çıkarlar ve şölen esnasında Jacques Le Gris'yi de görürler.
Bu davette birçok bey olduğundan aradaki gerilime rağmen kralın yaverleri arasında husumet olmasın diye birbirlerine iyi davranırlar. Jacques ilk kez gördüğü Marguerite'i merakla süzer. Kilise eğitimi almış olan Jacques Le Gris çapkınlığıyla bilinen biridir.
Bu arada Fransa İngiltere'ye saldırmaya devam eder ve İskoçya civarında savaş sürer. Fransa bu hücumunda başarısız olur ama muharebeden dönüldüğünde yiğitçe savaşmış olan Jean şövalye ilan edilir. Matt Damon yine inanılır bir oyunculuk ortaya koymuş.
Sonuçta devir feodalite devri olduğundan, tüm bu derebeyler savaşa tıpkı bir iş gibi, verilen buyruğun sonucu olarak katıldığından, iş bitiminde de ödeme almaktadırlar. Jean da ücretini almak için Paris'e doğru yola çıkar.
Marguerite Jean'ın yokluğunda aile mülkünü oldukça yetenekli biçimde yönetir. Marguerite o dönemde özellikle de kadınlar için pek de mümkün olmayan bir şeyi biliyordur: Okuma ve yazma. Hesap bile yapabilen Marguerite'in yabancı dil bildiği söyleniyordur; bunu söyledim çünkü Jean önemli bir derebey-savaşçı olduğu halde okuma yazma bilmiyordur. Yani Jean ile kıyaslasak, Marguerite eğitimli sayılabilir.
Marguerite eşinin savaşta olduğu bu sürede muhasebe defterlerini bile düzene koymuştur. Fakat bir gün Marguerite şatoda yalnız kaldığında Jacques onu ziyaret eder ve kibirle ona olan aşkını ilan ederek içeri girer. Marguerite bundan sonra Jacques Le Gris'yi kendine saldırmakta itham edecektir. Kötü günler beklemektedir Marguerite'i.
Başına gelenleri anlattığında en yakın arkadaşı Marie (Tallulah Haddon) bile Marguerite'e inanmamış, ondan yüz çevirmiş hatta onu suçlamıştır.
O zaman Fransa'da iki tür mahkme var; birincisi kilise mahkemesi ve Jacques Le Gris kilise mensubu olduğundan burada yargılanmayı seçebilirdi; ikincisi ise seküler diyebileceğimiz mahkeme, ki buralarda da diğer vatandaşların işleri görülüyor. Bence Fransa taa o zaman bile doğru yoldaymış, laiklik lafta kalmamalı daima en katı biçimde uygulanmalı diye düşünüyorum ben çünkü; bilhassa günümüzde. Neyse efendim, konu o kadar dalanıp budaklanmıştır ki, mahkemeye Kral 6.Charles ve Kraliçe Isabeau birlikte katılıyor ve kral düello yapılmasına karar veriyor. Bavyeralı Kraliçe Isabeau'yü oynayan Serena Kennedy de güzeldi bu arada.
Paris adliyesinde yapılan mahkemeden sonra insanların meraklı bakışları kendisine inanılmayan Marguerite ve ölümüne düello etmek zorunda kalan Jean'ın üzerindedir.
Eşi olmadan mahkemeye başvurma, dava etme veya mahkemeye çıkma hakkı olmayan Marguerite davayı kaybederse neler olacağından habersizdir. Mahkeme sonucundan evvel kıyıda köşede yapılan dedikodularla yargılanmış ve herkes onu suçlu bulup yapayalnız bırakmıştır. Jean ise insanlardan destek görmektedir.
29 Aralık 1386'da düello için toplanılır. Çarpışmana süresince izleyicilerden ses çıkaran olursa eli kesilecek, müdahale etmeye yahut herhangi bir yardımda bulunmaya çalışan olursa derhal idam edilecektir, hava soğuktur; kral, kraliçe ve soylular tribünde yerini almıştır.
İddiasından vazgeçmeyip koca bir halkı ve ülkeyi karşısına alan Marguerite'in akıbeti ne olacaktır?
İki kez izledim ve ikisinde de değişik ayrıntılar yakaladım, bir süre sonra üçüncü kez de izlerim. Fazlasıyla beğendim ve kesinlikle öneririm. Bir sonraki yazıda görüşürüz!

Yorumlar

Bunları Okumuş Muydun?