Seyir Defteri #4 : Turn : Washington’s Spies

Efendim selamlar! Yine Sbl ve tahmin edersiniz ki yine bir dizi incelemesi yapmak üzere buradayım!
Umarım kapatma günleriniz güzel geçiyordur, 'daha da güzel olsun dönem dizisi de severim hem' derseniz 'Turn: Washington’un Casusları' sizin için gelsin!
Günümüzde olmasın da eski ne var ne yok kabulümdür’ sözü düsturum oldu desem yeridir. Ne yapayım yahu, ben de iflah olmaz bir nostaljiseverim. Bu dizimiz Yine AMC’den, tamı tamına dört sezon ve kırk bölümden oluşan şahane bir seyirlik. Reklam yapıyor değilim, kanalın da bana borcu yok :) Adamlar güzel iş yapıyor!
İlk sezona büyük ilgiyle başladım, sonra inanmazsınız ilk beş bölümü falan azıcık kendimi zorlayarak izledim, bir ara bıraksam mı diye düşündüm, halbuki hiçbir eseri yarım bırakmam sonuna kadar giderim. ‘Hem bu kanalın işleri iyi ne alaka yahu’ diyerek ilk sezonu yarıladım ve dizi de açılmaya başladı. Yani ilk başta azıcık sabır zorlasa da bunu yapmalı çünkü bir bağımsızlık sürecini anlatıyor ve tanıtılacak kahraman çok.
Amerikan tarihinin ilk casusluk halkasının da yardımıyla İngilizlerden bağımsızlığın alması işleniyor. Tarih 1776 yazı. Aslında henüz Amerikalı diye bir şey de yok 'Asiler' diye bahsediliyor kendilerinden. George Washington’un kendisi bile üç kuşaktır Virginialı olan bir İngiliz yahu neticede! ‘’Dün akşam İngiliz olarak yattım sabah bir uyandım Amerikalı olmuşum’’ desek alay etmiş gibi olur muyuz?
E o zaman nereden çıktı bu bağımsızlık? Kısaca anlatmaya çalışayım. O dönemde inanmazsınız ama İngiltere Krallığı –o zaman imparatorluk değiller daha- iflas etmiş meğersem! Kasaları boş adamların. Bu yüzden sömürgelerine aşırı yükleniyorlar ki dünyanın hatırı sayılır bir kısmı da sömürgeleri zaten. İngiltere ise birçok savaş yürütmekte ve dönemin önde gelen gücü ise Fransa İmparatorluğu, doğal bir çekişme var aralarında, dahası Fransa kendisini Kuzey Amerika kıtasında da gösteriyor, tabiri caizse buralar benim demeye getiriyor, payını almaya çalışıyor. Kendilerine güvenmekte haklılar çünkü donamaları fazlasıyla güçlü, ama İngilizler de denizler hakimi ve hiç boş değiller. Eh, savaş kaçınılmaz!
George Washinton’un ikili oyunlarının da yardımı ile Fransızlardan yardım ve destek alarak ama çoğunlukla da vergi vermekten bıkmış yerel halkın –herkes İngiliz, yineliyorum Amerikalı kavramı yok- katılımı ile bağımsızlık mücadelesi başlıyor, sürdürülüyor ve sonuç da alınıyor. Tüm bunlar olurken Asilerin de maddi durumu berbat, orduları gönüllü yazılanlardan müteşekkil. Karşılarında ise düzenli İngiliz ordusu var, hem de her şeyi ile; kara ve deniz gücü. Günümüzde yaşıyoruz, tarihi biliyoruz dolayısı ile mevzu nasıl neticelendi, haberdarız :) Şimdi keyifbozanlar eşliğinde kişilerimizi tanıtmak isterim. Kadromuz kabarık ve kalabalık.
Abraham Woodhull. Kendisini Jamie Bell oynuyor ve bir çiftçi. Babası Setauket kasabasının yargıcıdır ve kendisi de aslında hukuk eğitimi almaktadır. Ağabeyi ise ordu mensubudur ancak asilerle olan çatışmalarda yaşamını yitirmiştir. Bunun üzerine eğitimini bırakır, çiftçilik yapar, bir aile kurar lakin ağız tadı ile yaşamak nasip olmaz kendisine. Kendisi bir yandan da Anna’yı sevmektedir çünkü eski nişanlısıdır Anna, ve onu unutamamıştır Abraham. Fakat Anna asilere destek vermekte onlara bilgi sağlamaktadır. Kendisi de zamanla bu ağa katılır, Samuel Culper takma adını alır ve bu hikaye ortaya çıkar.
Bebeksi görünümüne aldanmamak gerekir zira Abraham Woolhull bir ayak üzerinde yaklaşık olarak kırk tane yalanın belini bükebilmektedir, e yaptığı görev de bunu gerektirmektedir. Kendisini son sezonda İngiliz ordusuna yazılmış olarak da gördük, ‘hayırdır hidayete mi erdi’ dedik, ama hayır. Kendisinin can dostu Caleb Brewster ile Benjamin Tallmadge’dır, can düşmanı ise John Graves Simcoe’dur. Kendisi babası ile dahi çekişmekte, çünkü babası doğal olarak bir kraliyet yanlısıdır ve kendisine dünyayı dar etmektedir! Bir çiftçi için oldukça dayanıklı çıktın be Abraham!
Binbaşı Benjamin Tallmadge. Orduya gönüllü olarak yazıldı, kendisine verilen tüm vazifeleri fazlasıyla yerine getirdi, birçok çatışmaya girdi ve bu sayede kısa sürede yükseldi, Washington’un istihbarat şefi oldu. Gözünü budaktan sakınmaz, yiğit ve cesur, tam ideal adamdır. Daima en öndedir, her muharebede. Ara ara George Washington’un kafası gittiğinde ve ona güvenmediğinde hep ağır bedeller ödediler. Oysa ki ihanet eden General Arnold’a ateş eden de yine Benjamin’di. Sarah Livingston ile olan kısa süreli aşkında gösterdiği vefa göz yaşartan türdendi… Şopar Caleb’in de deyimiyle ‘Benny Boy’ tam bir göz şekeriydi, insanın üniforması ile gözleri nasıl aynı renk olabilir yahu? Lacivert hem de? (Bkz.Üçüncü Gif)
Baltacı Caleb Paşa… Caleb Brewster… Ulan Caleb ne adamdın be! Kamufle olma kaygısı azami düzeyde olduğundan bir saç bir sakal bir pasaklılık... Ormanlar onun mekanıdır, her yerde bulunmak gibi bir özelliği var, Abraham ve Benjamin’in sadık dostu. Sislerin arasından çıkıp geliveren baltası kendisinin alamet-i farikasıydı deyim yerindeyse. Bir süre Simcoe’nun eline düştü ve bu onda derin izler bıraktı. Yeniden sahalara döndüğünde ise göreve hazırdı. Pasaklılar şahı, leşler leşi Caleb. Leşingo seni :)
Anna Strong. Meyhaneci Selah Strong’un eşi ve aynı zamanda burada çalışıyor. Güzelim evlerinde yaşayıp diğer yandan da casusluk faaliyeti yürütürken evlerinden çıkartıldılar ve ortalıkta kaldılar. Eşi Anna’nın bu çalışmalarından hoşnut değil, Abraham mevzusunu da biliyor ancak onu o kadar seviyor ki bir şey demiyor, zaten aslında Selah Strong da boş değil bu bağımsızlık olayına, dizi sonunda mebus olarak görüyoruz kendisini. Anna ise o kadar talihli değil, istihbarat alıp aktarabilmek adına kraliyet tarafında yaşamaya devam ediyor ve daha ilk bölümden Simcoe’nun hedefi oluyor. Zamanla Anna ve Binbaşı Edmund Hewley arasında bir yakınlaşma oluyor ama Anna, Hewlet’in kalbini de fena kırıyor. Çünkü onun için bir tek şey önemli: Bağımsızlık. Devamında ise Abraham :)
Binbaşı Edmund Hewlett. Allahım bir insan bu kadar mı tatlı, yumuşak kalpli ve beyefendi olabilir? Hem de aynı anda. Ne kadar iyi biriydi, vazifesinden başka bir şey düşünmedi. Yargıç Woodhull’un da yakın dostuydu, Anna’yı o kadar temiz bir sevgiyle sevdi ki, mutlu olmasını diledik. Zor durumda olan herkese kol kanat gerdi. Aynı zamanda bir bilimseverdi kendisi; gök cisimlerini gözlemlerdi. Abraham’ın casusluk yaptığını anladığı anda gerekeni yaptı ama şiddet içermeyen biçimde. Zaten İngiliz tarafında John Andre, Edmund Hewlett , John Simcoe ve Robert Rogers elinden gelen mücadeleyi ortaya koydu, bu dörtlü içinde ‘yumuşak güç’ ve güven kaynağı idi kendisi. Adamlığın bir kitabı var ise şayet yazarı Binbaşı Hewlett’tir. Kalbinin kırılmasını hiç istemezdim lakin kırıldı, Simcoe ile ters düştü, dizi sonunda ise kendisini yurduna dönmüş olarak gördük.
Mary Woodhull. Abraham’ın biricik eşi, iyi yürekli kadın. Anna ile doğaldır ki hep sürtüşme yaşadı. Daima eşinin yanındaydı. Mary Kraliyet yanlısıydı ancak Abraham’a olan sevgisinden ona da yardım etti. İlk sezon sonunda bir suçu örtbas etmek için evlerini yaktı bu melek kadın, ben inanamadım! Sonra Yargıç Woodhull’un evinde ailecek yaşadılar ancak önce Hewlett sonra da Simcoe daimi konukları oldu ve bir çatı altında ne dolaplar döndü hem de Mary’nin yardımıyla! Zaman içinde o kadar güzel dönüştü ki eline tüfek almaya kadar vardı iş. Tüfekle ne yaptı dersiniz? Simcoe’yu vurdu! Simcoe diğer dünyaya gitmeyince, Woodhull’lar karşı kampa sığınmak zorunda kaldı. Ah be Mary, ne çektin be kızım…
John Graves Simcoe. Son zamanlarda gördüğüm en ‘kaliteli şeref yoksunu’ kişi… Görünüm olarak Hell on Wheels dizisindeki Bay Sweede’yi fena halde andırıyordu ki kötülük olarak da hiç geride kalmadı. Görevi için ölmek dahil her şeyi yapar, korkusuzdur. Birine saplayacağı süngüyü yanındakilerden ‘Uzatır mısınız?’ diyerek ister. İlk sezonda düzenli birliklerde yüzbaşı olarak görev yaptı, kabiliyetli bir ruh hastası olduğu anlaşılınca Kraliçe Muhafızları’nda görev yaptı ve albaylığa yükseldi. Bir ara diziye sırf Simcoe gene ne yapacak diye korkuyla bakar oldum çünkü koca kasabada terör estirdi, zulümün hasını yaptı. Daha ilk bölümden Anna’dan hoşlandı ve Abraham’dan nefret etti. O kadar çok düşmanı vardı ki sürekli hedefti. Günümüzde İngilizler ‘en başından beri Amerikan kolonilermizin başında Simcoe olsa kaybetmezdik’ dermiş. Doğru söze başka ne denir. Kendisinin de Anna’ya dediği gibi ‘Ben bir savaşçıyım, canavar değil’. Son savaşta yaralanınca insaflı davranıp Kraliçe Muhafız Alayını serbest bıraktı. Kendisini dizi sonunda Kanada genel valisi olarak gördük, modern Kanada’nın kurucusu olarak bilinirmiş. Nitelikli şerefsiz seni…
Binbaşı Robert Rogers. Aşina gözler onu Braveheart filminden hemen tanıyacaktır. Ayrıca Kraliçe Muhafız Alayının John Graves Simcoe’dan önceki komutanıdır. Yerlilerin ona taktığı adıyla ‘Beyaz Şeytan’dır kendisi, ormanlar daimi ikametgahıdır. İngiltere varlığını bu adama borçlu be. Başaramadığı şey yok. İngiltere’nin iflas belgesi nasıl olduysa Westminster sarayından çıktı asilerin eline geçti. Kendisi bunu geri almakla görevlendirildi çünkü Fransızlar bu belgeyi görürse İngiltere’ye savaş açacaklardı. Canı pahasına gitti aldı ve ne olsa beğenirsiniz? Kral George idamına karar verdi. Yanlış anlama sonucu bu durumu John Andre’den bildi ve ondan intikam almak istedi. Kendisi böyle bir yönelime girince İngiliz tarafı güç kaybetti, daha önce saydığım bu dört adam İngiltere’nin her şeyiydi. Bir ara kendisini Samuel Culper sandılar iyice başı derde girdi; evi olan ormanlarda Simcoe tarafından kent merkezlerinde ise İngiliz istihbaratı tarafından sıkıştırıldı. Kendisini en son Londra’da gördük, kıtalar aşıp geri gelmeyi başardı, oldukça yıprandı ve sokakta son nefesini verdi.
Ah Binbaşı John Andre… İngiliz istihbaratının önemli ismi. Sanatkar ruhlu, ince insan… Usta sorgu teknikleri ve yaptığı başarılı hamlelerle İngilizlere büyük faydalar sağladı. John Andre’nin perde arkası hamleleriyle Simcoe ve Robert Rogers’ın saha başarıları olmasaydı ‘Kırmızılar’ bu noktada bu denli tutunamazdı.
Adının bir değişik olduğunu insan ilk bakışta fark ediyor, açıkladı da zaten; annesi Fransız Protestanı babası ise İsviçreliymiş. Meğer adam özünde Frankofon, yani soyca. Peggy’e olan aşkı ile gönüllerimizde yer edindi, karşılaşmaları salt tesadüftü oysa. Ama öyle güzel sevdiler ki. Tek bir hatası oldu ve bunu canı ile ödedi; tehlikeyi Peggy’e yaklaştırmadı bile. Asiler tarafından İngiliz tarafına geçmek isteyen General Arnold ile pazarlık masasına oturdu, işi halletti lakin dönüş yolunda Robert Rogers ile olan anlaşmazlık sebebiyle pusuya düşürüldü, asiler mahkemeye çıkardı onu ve cezası idam oldu. Kendisi yurduna son derece bağlı bir yurtseverdi, nitekim gözünü kırpmadan çıktı idam sehpasına. Son sözlerini söylerken biricik aşkı Peggy Shippen ile göz göze gelerek yüreklerimizde onulmaz yaralar açtı. Huzur içinde uyu John Andre. Ne güzel sevdin…
Margaret ‘Peggy’ Shippen. Philadelphialı Kraliyet yanlısı meşhur Shippen ailesinin güzel kızları. Yalnız kendi değil kalbi de çok güzeldi ve yalnız John Andre için çarptı o kalp. Onu o kadar seviyordu ki bilgi ve istihbarat sağladı İngilizler için. General Benedict Arnold ile evlendi üstelik buna dolaylı yoldan John Andre sebep olmuştu, ki bu yüzden kendini hiç affetmedi Andre. Peki Benedict ne yaptı? Peggy’yi bırakıp karşı tarafa geçti. Peggy John Andre’nin ölümüne şahit oldu ve güçbela kendini İngiliz tarafına atabildi, Benjamin’in de yardımları ile. John Andre’nin kendisine hatıra olarak verdiği saç tutamını hep yanında taşıdı, yıllar sonra İngiltere’de onun mezarını ziyaret ederken bile. Bu ikisi insana kanlı gözyaşları döktürür yahu…
General Benedict Arnold. Asilerin sahada İngilizlere karşı önemli başarılar almış bir generali, George Washington’dan hemen sonra gelen isim. Hafiften kaba kısmen ayı lakin tam bir saha adamı. Washington ile kişisel sorunları vardı, asiler tarafından da sevilen biriydi halbuki ama bu bile İngiliz tarafına geçmesine engel olamadı çünkü kendisi birinci kişi olmak istiyordu ve Washington’un bunu hak etmediğini düşünüyordu. Cesurdu da; tam üç kez yaralanmıştı savaş meydanlarında. Mahkemeye çıkıp adını aklaması gerekti. Taraf değiştirirken Benjamin Tallmadge onu gördü-yakaladı, Arnold ise kendisine açılan ateşe korkmadan göğsünü gerdi. O da Peggy’i çok sevdi lakin taraf değiştiren insanlara pek iyi gözle bakılmaz. İngilizlerden itibar görmeyi umuyordu, beklediği ilgiyi göremedi, uzun süre dönek dendi, sonralarda ise başka vazifelerde bulundu ve casus avcısı oldu. Kral George ile görüştü ama bu da fayda etmedi zira kral hafiften kafayı sıyırmıştı bunca kaybın sonunda…
Samuel Townsend ve Robert Townsend, baba-oğul Townsendler. Kendi hallerinde, işinde gücünde, bu tarz mevzularla alakaları olmayan dindar bir aile. Yalnızca iki kişi. Baba asilere oğul ise Kraliyete gönül vermiş. Zamanla iki taraf için de bir şeyler yaptılar. Hele evlerinde bir Şükran Günü sahnesi vardı ki unutulmaz: Orada bulunmaması gereken herkesin aynı anda orada olduğu bir akşamdı, olayların gidişatını değiştirmişti.
Marquis Lafayette. Kendisi Fransız ordusundan. George Washinton’a askeri danışmanlık yapıyor. Washington’un Fransızlara itimadı tam. Asiler İngiltere’den bağımsızlık aldıysa bunu Fransızlara da borçlu. Tevekkeli değil adamlar her dünya savaşında koşup geliyorlar Fransa’yı kurtarmaya. Yalnız Marquis Lafayette’e ne desem bilemedim, adam tüm Fransız ulusunun simgesi adeta... Hani futbol maçı olsa bir saniye duraksamadan yapıştıracağım; hakeme taraftarlarca söylenen ‘i’ le başlayıp ‘e’ ile biten o dört harfli kelimeyi. Sayın Marki, ne bu gevşeklik ayol?
General George Washington... Ian Kahn tarafından başarılı ve karizmatik bir biçimde canlandırıldı. Yardımcısı bir siyahi idi, düşünsel rahatsızlık geçirdiğinde yer değiştirdiler, eleştiriye oldukça açıktı bu anlarda. Benjamin'e güvendi, Anna ve Caleb ile sık görüştü, alçakgönüllü idi, Fransızca bilirdi. Son sezonda siper kazarken gördük onu. Yeni bir ulusun kurucusu sonuçta. Ah, çok zarif dans ettiğini söylemiş miydim?
İşte böyle sevgili diziseverler… Birazcık uzun olmuş ama o kadar güzeldi ki sözcüklerime gem vurmadan yazdım, çok da beğendim diziyi. Bence kesinlikle izlemeye değer nitelikli bir yapım. Umarım sizler de izler beğenirsiniz. Yeniden görüşmek dileğiyle. İyi seyirleriniz olsun!

Yorumlar

  1. Bir süre önce -öneriniz sayesinde- başladığım bu diziyi büyük bir heyecan ve beğeni ile izledim. Her bir karakteri o kadar sevdim ki.. Sonu gerçekten çok duygu yüklüydü.Elinize,emeğinize sağlık ❤️

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bunları Okumuş Muydun?