Kitap Çetelesi #1 : Ütopyadan Sesler Serisi Üzerine Kısa Bir Önizleme

[Tarih 13 Kasım 2020, Mekan Sbl'nin şömine yanı mütevazı kütüphanesi]



19 Eylül günü Konya il sathında başlayan, Svetlana Alekseyeviç'in ''Ütopyadan Sesler'' serisine kavuşma serüvenimiz nihayet son buldu. Serüven diyorum çünkü ziyadesiyle uzun bir süreç oldu bizim için. Kitaplara ulaşmamıza vesile olan BKM Kitap ile ise ilişkilerimizi ikinci katiplik seviyesine düşürme kararı aldık zira salgın dönemindeki hizmetleriyle sınıfta kaldılar. Hatta bir süreliğine bu ilişkiye ara vermek(!) en iyisi olacak sanırım, esen kalın. (Sayın Sbl kitaplara değinmeden önce bu kısımdan biraz bahsetmek üzere mikrofona el koyuyorum dostlar... Se... Sse... Ses...)

İlk defa internet üzerinden kitap siparişi yapıyor değilim, baştan bunu söylemeliyim. Son 3 yıldır düzenli olarak Kitapyurdu'ndan alışveriş yapıyorum. Bir kez bile sorun yaratmayıp, beni üzmeyen sevgili Kitapyurdu'na da buradan öpücüklerimi gönderip içimdeki Seda Sayan'ı bir süreliğine sessize alıyorum. Nadir Kitap gibi çok fazla satıcının yer aldığı bir platformda bile sorun yaşamadım. Ama BKM Kitap... Ömrümden ömür götürüp, saçımdaki beyazlar hanesine fazlaca sayı kaydetti. Sepetten ürün çıkarma seçenekleri olmadığı için (Kitapyurdu sipariş kargo'ya verilene kadar sepeti düzenleme (ekleme-çıkarma) yapma hakkı tanıyor size. BKM'de bu yok, müşteri temsilcisine bağlanmanız gerekiyor. Pekala sorun değil, yani 3-4 aramam yirmi dakikadan fazla hatta beklemek ve buna rağmen bir muhatap bulamamakla sonuçlanmasaydı bunu sorun etmeyebilirdim. İptal ettiğim siparişlerden birinde stokta olmayan bir ürünü stokta gösterdiği için (Yine Kitapyurdu öveceğim, çünkü hem stokları güncel hem de kitap yoksa sepetten otomatik düşüyor ve size bilgi veriliyor) bekledik. Son denemede başardık, bu kez de 7 adet kitap 3 farklı kargoyla parça parça geldi. Kucak dolusu kitap alıp kendinizi mutlu etmek istiyorsunuz, ve mutluluğunuz size 3 taksit halinde sunuluyor. Neyse, buna da şükür. Ama bir daha asla BKM'den alışveriş yapacağımı sanmıyorum. Mikrofonu yeniden Sbl'ye verip pisti terk edebilirim artık... Mikrofonu alınca bırakamayan okul müdürleri gibi oldum, affola. Ancak Sbl'nin nazik eleştirisi bu sinir harbini anlatmak için fazla naif kalacaktı.

Emperyalizme karşı ciddi ve ölümcül bir savaşım vermiş olan sovyet halkının mücadelesini 60 yıl sonra da olsa birinci ağızlardan ve S.Alekseyeviçin kaleminden okumak uzun kış akşamlarında güzel olacaktır diye düşünüyorum. Seri beş kitaptan oluşuyor; Son Tanıklar, Çinko Çocuklar, Çernobil Duası, İkinci El Zaman ve Kadın Yok Savaşın Yüzünde. Hepsi de anı, mektup ve hatıra türünde.

Svetlana Aleksiyeviç 2015 yılında Nobel ödülü almış, İsveç akademisi ödülü verirken kendisinin yeni bir edebi tür yarattığını söylemişler ; duyguların ve ruhun tarihi. Okuyunca ne demek istendiğini anlayacaksınız. Eğer ki Tarih bilimini zamanın akışını inceleyen koca koca çarklar olarak düşünürsek, bu tarihi yaratırken gözden kaçan küçük çarklara odaklanıyor Aleksiyeviç. Yani biz insanlara; tarihin hem öznesi hem nesnesi olan bizler, o koca çarkları çevirirken gözden kaçan hikayelerimiz. Figüran bile değiliz bu koca sahnede, ama bu durum dünyaya bir kere geldiğimiz gerçeğini ve kendi hayatlarımızın biricikliğini değiştirmiyor.

Sovyetler birliği kısa ama çalkantılı hayatında pek çok şey gördü, insanlarına da pek çok dramı yaşattı. Dünyanın iki kutuplu olduğu o kritik dönemde, iki kutbundan biriydi. Burada Sovyetler Birliği tarihi anlatmaya yetecek ne zamanım, ne bilgim var tabi, o yüzden yazarın odaklandığı büyük olayların çevresine sadık kalalım.

Son Tanıklar'da 1941 ile 1945 yılları arasında çocuk olmuş insanların gözünden, Tarihin belki de en kanlı savaşı 2.Dünya Savaşı'nı okuyoruz. Çocuk ve savaş, ne kadar zıt kavramlar değil mi? Bir çocuğun küçücük dünyası, savaşı nasıl alabilir ki içine, nasıl algılayabilir? Onlar için savaş anne ve babalarını kaybetmek, sokakta oynayacak çocukların kalmaması, açlık, hatta açlık yüzünden evcil hayvanını yemek zorunda kalmak, ve daha pek çok şey... İçim ezile ezile okudum kitabı. Yazarın diğer kitapları gibi bu kitap da acı doluydu, ama bunu farklı kılan çocukların gözünden savaşa tanık olmaktı. Savaşın bir günde büyüttüğü, saçları ağaran, katliamlara tanık olmuş, sürekli aç çocuklar... Rüyalarında barış zamanlarını gören bu çocuklar, yetişkin olduklarında bile doya doya mutlu olamayan; mutlu olmaktan korkan insanlara dönüşmüşler. Görünüşte sadece somut kayıpları fark ediyor gibi dursalar da, bu yıkıcı dönem hayatlarının şekillendiği en kritik döneme denk geldiği için soyut etkileri daha sonraları anlaşılıyor. Edip Cansever'in dediği gibi, ''gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor.'' Bu yüzden başlarını göğe çevirdiklerinde de gördüklerini savaş atmosferi şekillendirmiş bu çocukların. Bir cümle çok etkilemişti beni bu kitapta ; ''İnsanın insanı öldürdüğünü görmemiş insanlar, bambaşka bir dünyanın insanlarıdır...''

Kadın Yok Savaşın Yüzünde'de ise aynı dönemde kadınların gözünden okuyoruz savaşı. Savaş bana erkeklerin dünyasına ait bir kavram gibi geliyor. Korkunç bir ortam cephe, kadınlar için daha da korkunç. Buna rağmen Sovyet kadınlarının çoğu gönüllü yazılmış savaşa, sizin de bildiğiniz üzere silahlardan ziyade insan gücü ile kazandı bu savaşı sovyetler. Adeta etten bir duvar gibi. Sadece asker olarak değil; hemşire, sıhhiyeci, çamaşırcı, aşçı, muhabere, keşif eri... Etten bir ölüm makinası olmaları gereken yerde, hala kadınsal şeylere özlem duymaları ve ellerinden geldiğince bunu korumaya çalışmalarındaki nahiflik çok etkileyiciydi. Kadın ruhu her yerde, her şartta aynı sanırım. Seviyorlar, aşık oluyorlar, merhamet duyuyorlar, güzelleştiriyorlar... Hayata ve savaşa dair, aslında küçücük detaylarda bile, kadın bakış açısının farkını hissettirdi bu kitap bana. Bana en çarpıcı gelen cümlesi ise şuydu sanırım ; ''Sevgi, insanın savaştaki yegane kişisel tecrübesi. Diğer her şey ortak - ölüm bile.''

Gelelim Çinko Çocuklar'a... Kitap 20 yıllık Sovyet-Afgan savaşını merkeze alıyor ve savaş sırasında görev yapmış, bir şekilde sağ kalabilmiş askerlerin/memurların ve savaşta hayatını kaybetmiş askerlerin yakınlarına ait anılardan oluşuyor. Her şeyden önce iklim farklılığının insanları delirme derecesinde zorladığı dikkatimi çekmişti bu kitapta, hele de geldikleri coğrafya göz önünde bulundurulduğunda. Zaten savaş atmosferi korkunç derecede travmatik, özellikle de ne uğruna savaşıldığı bilinmeyen bir savaş bu travmayı çok daha derinleştiriyor. Siyasilerin büyük heveslerle girdiği ve planladıkları gibi gittiği takdirde kendilerini yüceltebilecekleri bir savaş, işler istedikleri gibi gitmediğinde siyasi bir hataya nasıl dönüşüyor görmüş oluyoruz. İnsanların kağıt üzerindeki sayılardan farksız görüldüğünü; 'siyasi bir hatanın' binlerce insanın hayatına, beden ve akıl sağlığına, ailelerine nasıl malolduğu kimsenin umrunda değil.

Kaldı ki Sovyet insanı savaşa aşina, neredeyse çevrelerindeki herkesten savaşı birinci ağızdan dinleyerek büyümüşler. Bunun yanı sıra Sovyet rejimi bunu zaten gerek okullarda, gerek diğer her alanda sürekli işliyor. Buna rağmen neden bu savaşta yer aldıklarını sorguluyorlar, askerlerin ve ailelerinin çoğunda bir hiç uğruna savaşıldığı düşüncesi hakimdi. Düşünün ki, Anayurt savaşında savaşan akrabaları ile neredeyse aynı techizatları kullanarak savaşmışlar, nasıl sorgulamasınlar? Geri kalmış bir devletin, 50 yıl sonra bile ekonomik ve teknolojik olarak ilerlememesinden dolayı insanını sahaya bir et gibi sürmesi gerçekten üzücü, değişen hiçbir şey yok. Açıkçası okurken vicdan azabı çekmemek elde değil, ailelerin acısını derinden hissetmemek ve savaşın acımasız yüzünü görmüş askerlerin deliliğe yakın bir gerçekliği anlattıkları sahnelerden etkilenmemek elde değil. Orada zor şartlar altında yaşayan, savaşan, ölen, sakat kalan, savaşın yıkımından sonra gerçek hayata bir türlü dönemeyen insanların önemsizliklerini bizzat kendi anlatımları aracılığıyla okumak... Değersizlikleri iliklerine kadar hissettirilmiş bu insanlara. Savaş süresince ve sonrasında da. Salt insan dramı var kitapta, insan olmanın biyolojik hayvanlıktan ne ince bir çizgiyle ayrıldığı en net mesajlardan biriydi. İşte Svetlana Aleksiyeviç, resmi belgelerde istatistik olmaktan çıkarıp, insanı yanlarına yakından bakmamızı sağlıyor çinko çocuklar'ın. O kadar çok çarpıcı kısım vardı ki pek çok alıntı yapmışım. O yüzden genele en uygun olanını bırakıyorum buraya ; ''Sovyet askeri en ucuz asker. En sabırlı, en dayanıklı. Donanımsız, korumasız. Sarf malzemesi. Bin dokuz yüz kırk bir yılında da böyleydi... Elli yıl sonra da aynı böyle... Niçin?''

Çok geçmiyor, Çernobil felaketi yaşanıyor. Her on bilemedin yirmi yılda bir büyük insanı felaketlerle karşı karşıya kalıyor bu insanlar, ne acı. Toplumsal acılar ve travmalar hep taze, sadece çeşitleniyor. Çernobil Duası, patlamanın ilk anındaki en yakın insandan başlayarak, toplumsal bir yargılama halini alan mitinglere kadar her şeye yer vermiş. Ölüme zaten aşina bu insanlar, hatta kitaptaki bir alıntıyla çok daha doğru tasvir etmiş oluruz ; ''Bizim insanımızın elinde ya silah vardır ya da haç. Tarih boyunca bu böyledir. Başka türlü bir insan olmadı bizde. Henüz.'' Savaştan savaşa, felaketten felakete sürüklenmek bir yaşam tarzı olmuş, krizlere karşı bağışıklık kazanılmış. Mesela kitapta Çernobil'i görmektense keşke Afganistan'da ölseydim diyen biri vardı. ''Seçme şansım olsa sıradan bir ölüm isterdim. Çernobil usulü değil. (...) Afganistan'daydım ben... Orada işler daha kolaydı... Doğrudan mermiyle ölüyordun...'' Ölümlerden ölüm beğenmek tam anlamıyla. Olay anında çıplak ellerle, müdahale edip dünyayı çok daha büyük bir felaketten koruyan kahramanları da saygıyla anmak istiyorum burada. Çok uzatmadan, tüm serinin özeti niteliğinde bir alıntı bırakayım. ''Tarihi yaşamak, tarihi bir dönemde yaşamak istemiyorum. Çünkü o zaman benim küçücük hayatım birden savunmasız kalacak. Büyük ve önemli olaylar hayatımı ayakları altında çiğneyecek, benim hayatımın farkına bile varmayacak hiçbiri. Bir an olsun durmayacaklar... Bizim ardımızda sadece tarih kalacak... Çernobil kalacak... Peki, nerede benim yaşamım? Aşkım nerede?''

Kapanışı da İkinci El Zaman'la yapıyoruz. Bu kitapta Sovyetlerin çöküş dönemine tanıklık ediyoruz. İnsanların yaşama dair tüm bilgileri ve pratikleri yok oluyor, kapitalist bir sistemin içinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Şöyle diyordu birisi kitapta ; ''Para ve başarı kültü. Güçlü olan kazanıyor, çelikten pazıları olan. Ama herkes başkalarını çiğneyerek yürüyemiyor, başkasının elinden lokmasını alamıyor. Bazısının doğası öyle, yapamıyorlar, bazılarına da itici geliyor.'' Tam bir kaos hakim, gücü yeten yetene. Terör, vandallık, tam bir kötülük kol geziyor sokaklarda. ''Proletarya diktatörlüğünün yerine cangıl yasası: Senden zayıf olanı ez, daha güçlü olana boyun eğ. Yeryüzündeki en eski yasa bu...'' Başka bir yaşama dair bilgileri yok, aşina değiller, koca koca insanlar ama çocuk kadar saflar, sokağa bırakılmışçasına bir çaresizliğe düşüyorlar. Yaşadıklarını anlatmaya, anlamlandırmaya yetmiyor dimağları. ''Eski sözcükler yetmiyordu, yenileri de doğmamıştı daha...'' Yine pek çok alıntı yapmışım bu kitaptan, ama hepsine burada yer vermem mümkün değil. Bir tane iliştireceğim yine de ; ''1917 Yılından önce Aleksandr Grin şöyle yazmıştı: ''Gelecek nedense kendi yerinde durmuyor.'' Yüz yıl geçti ve gelecek yine yerinde değil. İkinci el bir zaman geldi.'' Şuraya sadece kendi alıntılarımın linkini bırakayım, göz atmak isterseniz.

Epey uzun bir yazı oldu ama, gerçekten kitapların hakkını vermeye yetemedi yine de. Yakın tarihe dair bir şeyler okumayı seviyorsanız, tarihe ilginiz varsa, bu kitap serisine bir şans vermelisiniz. Okunacak, ders alınacak çok fazla şey var.

Okuyacak olanlara şimdiden keyifli okumalar, başka bir kitap incelemesinde görüşmek üzere.

Yorumlar

Bunları Okumuş Muydun?