Atatürk'ü An(la)mak

Selanik Türküsünü her dinlediğimde bir burukluk hissederim, ama bugün dinlemek yüreğime ayrı bir sızı veriyor.

Ali Fuat Cebesoy’un 1967 tarihli Sınıf Arkadaşım Atatürk kitabında yer verdiği şu hatırayı okuduğumda boğazım düğümlenmiş, burnumun direği sızlamıştı.

‘’Ah Selanik, seni bir daha Türk olarak görecek miyim?’’ dedi. Baktım, ağlıyordu. O altın sarısı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal’in, bütün müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim.

Mustafa Kemal göğsünü madalyalarla doldurmuş başarılı bir asker, vatanını ve milletini çok seven bir devlet adamı, ve düşmanlarının dahi takdirini toplamış bir şahsiyet. Ama her şeyden önce bir insan.

Burada kısacık hayatına sığdırdığı başarılarını anlatmak niyetinde değilim zaten. Çünkü yazarken birkaç harften ibaret olan o sözcükler bir ömre tekabül ediyor ve ben ne yazarsam yazayım, sözcüklerime bu ömrün ağırlığını taşıyacak anlamı yükleyemem.

Ben bugün Atatürk’ü anlamak istiyorum, bir insan olarak.

Hiçbirimiz yeterince anlayamadık onu çünkü. Varlığından gurur duyduk, yaptıklarıyla göğsümüzü kabarttık ama bir insan olarak empati yaptık mı hiç? Bir ananın, bir babanın evladı olan Mustafa Kemal’i ne kadar anlayabildik? Ufacık bir iyilik gördüğümüz insanları unutmayan bizler, ömrünü bize adamış bir insana bu nankörlüğü nasıl reva gördük?

Gelin bugün, onu bir insan olarak analım. Bir çocuğun başını okşarken, bir hayvanı severken, koltukta uzanmış kestirirken, zeybek oynarken, kara tahtanın başında harfleri öğretirken, bağdaş kurup oturmuşken, salıncakta bir çocuk gibi gülümseyerek sallanırken, sigarasını tüttürürken ya da kahvesini yudumlarken hatırlayalım…

Peki bizler gibi fani bir insanı, ölümsüz yapan şey neydi? Bu manevi gücünün kaynağı neydi? Kendi sözleri ile ‘yorulanı dinlendirmeden yürüten’ şey neydi? Yangın yerine dönmüş bir imparatorluktan kalan küllerin ortasında taze bir fidanı yeşertirken, dünyaya kafa tutacak gücü veren neydi? Elbette yoruldu, üzüldü, yaralandı… Ne de olsa etten kemikten bir insan… Bizim hayatımız boyunca görmeyeceğimiz hatta aklımızın hayalimizin alamayacağı zorluklara göğüs gerdi, yorulsa bile devam etti… Neden? Kimin için? Fikirlerinden ve örnek alacağımız hayatından başka ne bıraktı ki geriye?

Cevabı hem zor, hem de bir o kadar basit… Bizim için, bize olan sevgisi için, bizim başı dik bir şekilde yürüyebilmemiz için… Sevmek… Şimdilerde içi oldukça boşaltılmış bir sözcük olduğu için böylesi büyük, karşılıksız bir sevgiyi anlayabilmemiz zor belki. Kim kimi sevebilirdi ki bu denli?

İnsana, insan onuruna ve özgürlüğüne böyle değer veren kaç lider bulunur ki tarihte? Umutsuz durumlarda dahi umudunu yitirmedi; böyle kazanıldı savaşlar, böyle kuruldu cumhuriyet… Yüzlerini bile görmediği, göremeyeceği evlatları için yaptı bunları. Tüm bu başarıyı çok daha farklı yönetebilirdi, ama o bunu yapmadı. Yine kendi sözlerinden birine başvuracağım; ‘’Diktatör, insanların iradesini baskı altına alan ve onları itaate mecbur bırakan kimsedir. Ben kalpleri kırmak değil, kazanmak isterim.’’ Kalpleri kazanmak öyle gösteriş için yapılabilecek bir şey değildir, çünkü gösteriş için yapmak demek karşılığında elle tutulur gözle görülür bir şey kazanmayı ummak demektir. Kendi milletinden olmayanları bile müşfik bir baba gibi kucakladığını Anzak askerlerinin annelerine yazdığı mektupta görürüz. Bir komutan ve devlet adamı olmaktan ziyade; içinde yürek taşıyan bir insan olarak yazdığını anlayabilirsiniz okuduğunuzda. Peki ya çocuk bayramını tüm dünya çocuklarına armağan edip, kendi evlatları ve diğer milletlerin evlatları arasında bir barış köprüsü ve gönül bağı kurması? Dili sevgi, parolası barış olan bir insandan başka ne beklenirdi ki?

Şimdi oturup düşünme vakti, biz bu sevgiyi hak edecek ne yaptık?

Yorumlar

Bunları Okumuş Muydun?