Seyir Defteri #28 : Anna Karenina

Selamlar! Edebiyatın en klasik eserlerinin uyarlamalarını sevenlerdenseniz; işte Anna Karenina! Hem de birçok ülke seçeneğiyle :)
Rus edebiyatını severim, bu kitabı da lisedeyken okumuştum. Edebiyat-beyaz perde kesişmeleri ise hep ilgi çekici olmuştur benim için. Rus edebiyatının ürünlerini batılılar da sık sık beyazperdeye yahut ekrana getiriyorlar zaten. Eh, dünya mirası :)
Bugün sizlere bu ölümsüz eserin birkaç uyarlamasından bahsedeceğim. Benim izlediklerim Fransa-Amerika ortak 1997 yapımı film (Sophie Marceau ve Sean Bean başrollerde), bu yılın Nisan ayında rahmetli olan sevgili Helen McCrory’nin başrolünü üstlendiği dört bölümlük 2000 yapımı mini dizi, pek beğendiğim Keira Knightley ve Aaron Taylor-Johnson’un başrolleri Joe Wright’ın ise yönetmenliği üstlendiği 2012 yapımı film, 2013 yılında İtalya-Fransa-Almanya-İspanya ortak yapımı olan iki bölümlük dizi (kısa dizi yahut uzun film de diyebiliriz) ve son olarak da 2017’de ülkesi Rusya’da uyarlanmış sekiz bölümlük dizi (diziyi bir film ile bitirmişler, adı da Vronski’nin Öyküsü). Yani sanırım tüm modern uyarlamalarını izlemişim ve bir de siyah beyaz :)
Peki Anna Karenina ne anlatıyor bize? Toplum tarafından onaylanmayan ve acılar yaratan bir aşkı. Ne yazık ki tarafların hiçbirine saadet getirmeyen, herkesi perişan eden bir sevgi bu. Aleksey Karenin ile evli olan Anna Karenina Petersburg sosyetesinin gözde isimlerindendir. Oldukça varlıklı biri olan Anna, güzel bir yaşam sürmektedir. Anna’nın erkek kardeşi Stepan Oblonski ve eşinin araları açılmıştır ve Stepan bu konuda kardeşinden yardım ister. Bunun üzerine trenle Moskova’ya giden Anna, yol boyunca Kontes Vronskaya (Aleksey Vronski’nin annesi) ile arkadaş olmuştur. Yolculuk bitiminde trenden inerler, annesini karşılamaya gelmiş olan Aleksey Vronski Anna’ya aşık olur. Aralarındaki aşk hızlı gelişir, Moskova sosyetesinin diline düşmeleri uzun zaman almaz. (Teddytör notu : Rus isimleri, soy isimleri, kelimeyi kısaltmaktan çok uzatan 'kısa takma isimleri' aklında tutamayangillerdenseniz, gelin kucaklaşalım.)
Uyarlamaların ne denli uygun-başarılı olduğundan bahsetmek gerekirse, çiftlerin uyumu kuşkusuz ki yapımı başarılı sayabilmemiz konusundaki ilk kıstasımız olacaktır. Benim saydıklarımda çiftler ekseriyetle uyumluydu. Örneğin Bbc’nin mini dizisindeki Helen McCrory ve Kevin McKidd inanılmaz tutkuluydu.
1997 yapımı filmde Sophie Marceau ve Sean Bean fazlasıyla birbirine yakışmış ve uyum doluydu. Sean Bean için hep yapılan espriler burada yok, üniforma inanılmaz yakışmış, Sophie Marceau ise en güzel Fransızlardan ve muhteşem oynamış.
2013 ortak Avrupa yapımında ise dönem dizisi Elisa di Rivombrosa’dan tanıdığım İtalyan güzel Vittoria Puccini ve Şilili Santiago Cabrera gayet hoştu.
2013 uyarlamasına birçok Avrupa ülkesi dahil olduğu için çok beğenmiştim. Tek sıkıntı bulmak ve izlemek. Ah telif, sen nelere kadirsin...
Keira Knightley Joe Wright ile ilk kez Pride and Prejudice’de (Aşk ve Gurur) daha sonra Atonement’da (Kefaret) bir araya gelmişlerdi ve Anna Karenina uyarlaması onların üçüncü buluşmaları olacaktı. İki filmlerini de çok beğenmiş olduğumdan bu yeni projeleri beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı (ah ah, on yıl önceydi) Vronski’yi kim oynayacak diye meraktan çatlamıştım. Jude Law ve Matthew MacFadyen isimlerini duyduğumdaysa pek memnun olmuştum. Ancak bu iki güzel adamdan hiçbiri Vronski değildi, bu rol Aaron Taylor-Johnson’a gitmişti ve ben o dönemde kendisini pek tanımazdım (ki kendisi çok çok gençti). Zaman geçtikçe Aaron Taylor-Johnson’u da çok sevdim, en başarılı genç İngiliz oyunculardan biri bence, (konudan bağımsız olacak ama değinmesem olmazdı) hele bi Nocturnal Animals (2016) performansı vardı ki takdire şayan (Bu kadar mı ‘Redneck’ olunur ayol, ödümüz koptu)
Peki film uyarlamasında neyi sevmedim? Film bir tiyatro biçiminde anlatılmıştı ve ben bunu hiç sevmedim :( Kardeş tiyatro izleyecek olsak Devlet Tiyatroları düzenli olarak her yıl oynuyor neredeyse, gider izleriz gayet teatral bir edayla. (Teddytör notu : koskoca yönetmenle bu ne samimiyet?) Film düzleminde tiyatro sahnesi kurmak niye? Ne gerek vardı? (Dogville filmini ve Manderlay'i sırf bu yüzden izlemedim ben). Klasik bir kostümlü drama yapsaydınız ya. O kadar umduk ne bulduk olmuştu, zorla bitirebilmiştim :( (Teddytör notu : Bir de sevdiğin oyunculardan oluşan ve sevdiğin bir konuyu işleyen yapımı beğenememiş olmanın verdiği gizli suçluluk var tabi.) Bir diğer hoşlanmadığım nokta ise Aaron Taylor-Johnson gibi resmen güzel bir adamı bildiğin çirkin etmişler. Niye yahu? Kumralı zorla çiğ sarışın yapmak nedir? Gül gibi Jude Law’u miskin göstermek, Matthew MacFadyen’i yani biricik Bay Darcy’i Anna’nın kardeşi Stepan Oblonski olarak görmek de beni yine çok şaşırtmıştı, Darcy’den sonra eşleştirememiştim. (Teddytör notu : Yönetmen seri günah işlemiş resmen, affedilir gibi değil) Keira Knightley pek güzeldi gene -yine o dönemden hatırlıyorum- tüm takıları Chanel tasarımıydı, giysiler desen olağanüstüydü, balolar ve danslar şahaneydi. Ama neden tiyatrovari ortam, neden? :(((
Öz yurdu Rusya’da yapılan tazecik uyarlamasına gelirsek (Rusya’da daha önce de çok defa uyarlanmış) başrollerde güzel mi güzel Yelizaveta Boyarskaya ve Maksim Matveyev vardı :) Bu çifti çok ama çok beğeniyorum, Yarabbim bu kadar mı güzel olunur, nedir bu? Rusya'nın en güzel kişileri sanki. (Teddytör notu : Gerçekten bu kadar güzel olmanın günah falan sayılması lazım, bünyende tek başına bir ırkı kalkındıracak kadar güzellik barındıramazsınız sayın Boyarskaya!)
Başrollerde bu ikilinin oynayacağını öğrenince ahan dedim zaten sevdiğim bir eser, sevdiğim bir çift tarafından oynanacakmış madem, ben bunu da izlerim dedim ve güncel olarak izledim. Nasıl izledin derseniz Youtube üzerinden İngilizce altyazıyla derim :)
Dizimiz tam da Rusya’da, Rusça olunca daha bir iyi olmuş sanki, gerçekçilik artmış (diğerleri gerçekçi değil demiyorum, anadil kullanımının yarattığı gerçekçiliği kastediyorum) artı mekan kullanımları da çok iyiydi. Anna Karenina ve Aleksey Vronski’nin valsleri diğer tüm yapımlardaki gibi unutulmazdı :)
Hikayemizi anlatmaya devam edelim. İlişkileri onaylanmayan Anna ve Aleksey büyük baskı altındadır. Ancak burada en çok yıpranan daima Anna olmuştur çünkü kendisi evlidir ve bu durum onu diğer insanların nezdinde doğrudan ahlaksız konumuna indirgemektedir (Kendileri ahlaksızın önde gideni olup, bir araya gelince ahlaklı kesilme durumu) Aleksey Vronski için durum biraz daha az inciticidir, en azından hala insan içine çıkabilmektedir. Oysa Anna görüldüğü an yüz çevrilen biri olmuştur.
Anna Aleksey ile birlikte yaşamak için evini terk etmiştir, canından çok sevdiği oğlu Sergey’i artık görememektedir. Aleksey Karenin, Sergey’i annesine göstermeme konusunda kararlıdır. Boşanmak ise söz konusu olamıyordur çünkü Ortodoks kilisesinin kuralları bellidir. Hey Teddy? Yap bir istisna??? (Teddytör notu : Hepsini derhal aforoz edip, mancınıkla sibirya'ya fırlatacağıma emin olabilirsiniz)
Günden güne sararıp solan Anna yalnızlığa mahkum olmuştur. Aleksey Vronski ve Anna birlikte Avrupa’ya giderler. Rusya’ya geri döndüklerinde ise durum değişmemiştir: Anna istenmeyen kişidir. Aslında bu durum onu yavaş yavaş delirmenin de eşiğine getirmektedir. Kitty ve Levin’in yasal aşkları nerede, Anna ve Aleksey’in pek de yasal olamayan aşkları nerede…
Akıl sağlığını yitirmeye başlayan Anna’nın zihninde tek soru vardı ve bu da Vronski’nin kendisini halen sevip sevmediğiydi. Aşk, elde edildiği vakit -kaçınılmaz olarak- bitmeye mi mahkumdur? Bundan kurtulmanın yolu var mıdır? Bitmesini engellemenin?
Bu arada Anna ve Aleksey'in bir kızı olur; Anna. Ancak şöyle bir durum vardır ki Anna Aleksey Karenin’den boşan(a)madığı için, kızı biyolojik babasının değil annesinin hukuki olarak soyadını taşıdığı adamın soyadını almak zorunda kalmıştır. Yani bir Karenin’dir, Vronski değil. Bu durum tabi Aleksey Vronski’yi öfkelendirmektedir. Diğer yandan Anna Biricik oğlu Sergey’i görememenin hasretindedir. Keira Knightley A Dangerous Methode filminde olduğu gibi burada da delirme aşamalarını çok güzel oynamış, bu kısımları şahane oynayan bir diğer kişi Helen McCrory. Yelizaveta Boyarskaya da hakeza. Sophie Marceau? Oynamamış adeta yaşamış.
Sonuca gelirken biliyorsunuz ki, Anna kendi canını alıyor. Tam Slav diyarlarına yakışır şekilde tren istasyonunda oluyor bu. O sırada meşhur 1877-1878 Türk-Rus savaşı başlıyor (93 Harbi). Vronski de cepheye gidenler arasında. Tolstoy bu kısımları uzun uzun anlatmıştı eserde ama dizi ve filmlerde bu kısımlar pas geçilmiş genelde.
2017 yapımı dizide son için ufak bir değişiklik yapılmış söylemesem olmaz. Vronski 93 Harbi’nde değil, çok daha sonrasında 1905 Japonya-Rusya harbinde resmedilmiş (Rusya bu savaşta Japonya’ya feci madara olduğundan şahsen benim pek hoşuma gitti). Şöyle ki Vronski yaklaşık olarak Mançurya civarlarında, yaşlanmış sayılacak bir yaşta ve halde.
Etrafta bozgundan kaçan Rus siviller ve geri çekilen Rus ordusu var (Çinli siviller de var). Aleksey Vronski yanındaki bir genç adama (Anna’nın oğlu Sergey Karenin, ordu hekimi) Anna ile olan aşkını anlatıyor. Daha sonrası da var. Yukarıda da belirttiğim gibi sekiz bölümlük diziyi bir de film çekerek bitiriyorlar: İstoriya Vronskogo (Vronski’nin Hikayesi), ki dediğim gibi onu da izledim.
Mekanlar (saray-konak), valsler ve mazurkalar, at yarışları, tren istasyonları fonunda bir aşk öyküsü. Mutlaka okuyun ve izleyin bence. Haftaya görüşmek üzere!

Yorumlar

Bunları Okumuş Muydun?