Seyir Defteri #9 : The Patriot & Sons of Liberty

Selamlar! İyi olmaya çalıştığımız şu günlerde işten güçten arta kalan vaktimi Amerikan bağımsızlık savaşını öğrenmeye vakfettim desem yeridir -ne üstüme lazımsa-. Konu hakkında bulduğum her şeyi okumaya çalıştığım gibi belgesel, film tarzı ne varsa oburca tüketiyorum. Sizinle paylaşacağım günün menüsü ise 2000 yapımı The Patriot filmi ve 2015 çıkışlı Sons of Liberty mini dizisi.
İki yapım da bu süreçten bahsediyor, olayların geçtiği eyaletler ise aynı değil. Gidişat olarak The Patriot asilerin lehine, Sons of Liberty ise aleyhine sonuçlanıyor. Eveet, bir solukta söyledim tüm keyifbozanları, aç bakayım oradan bi Yankee Doodle bebiş :D
The Patriot filmi uzun zamandır arşivimde bulunan ve izlemek istediğim bir yapımdı, fırsat salgın zamanına denk geldi. Dönem filmlerini severim. Bu filmi izlerken öncelikli amacım Heath Ledger’ı görmekti aslında. Erken ölümünden dolayı hala kızgınım sanırım. Filmografisindeki Akademi Ödülü aldığı Batman filmi ve ölümünden sonra gösterime giren Doktor Parnassus dışındaki bir çok filmini izledim. Candy, 10 Things I Hate About You, The Four Feathers, Ned Kelly ve Casanova filmleri en sevdiklerim ve ilk başta aklıma gelenler. Brokeback Mountain’daki oyunculuğunu ise unutamıyorum. Batman evreniyle pek alakam yok –anlamam etmem- ve onu yitirdikten sonra izlemeyi de düşünmüyorum açıkçası.
Sons of Liberty dizisi ise History Channel yapımı ve 3 bölümden oluşuyor. Her bir bölüm 1.5 saat sürüyor. Kraliyetten ayrılmaya niyetlenen ‘Özgürlüğün Evlatları’ adındaki ayrılıkçı gruba ve eylemlerine değiniyor ki bu husustan Turn:Washington’s Spies dizisinde de bahsedilmişti. Bu diziyi ise içinde bir adet ‘Hank Schrader’ görmemden ve Turn’ü sevmiş olmamdan dolayı izledim. (Turn'ün inceleme yazısı da elbette Sbl farkıyla blogumuzda yer alıyordu, buyursunlar)
The Patriot filminde ortam gerçekten güzeldi. Böylesi tarihi filmleri çekerken bu doğa harikası yerleri nereden buluyorlar anlamıyorum (bitirince vikipediden çekim yerlerine bakıyorum), ‘elalemin negzel ülkesi var’ diyorum ve güzel yurdumun doğasının nasıl talan edildiğini hatırlıyorum, tarihimizin de. Eller olmayan tarihini en alasından ambalajlayıp satıyor, biz ise binlerce yıllık, kıymetli ve anlamlı geçmişimizi öğrenmekten aciziz. İnsanlarımızın çoğu tarihimizin 1299 yılında başladığını sanıyor, cehaletin dibine cömertçe vuruyor. Bizim neyimize tarihi yapım...
1765 yılında Boston kentinde tam bir keşmekeş hakimdir. İngiliz ordusu halk üzerindeki vergi baskısını artırmıştır. Yerel çeteler dehşet saçmakta, hiç kimse ne yapacağını bilememektedir. Vergi denetçisi Sam Adams da vergisini ödemeyenler arasındadır, kendisine yönelik arama emri çıkarılmıştır. Sam Adams aynı zamanda ‘Özgürlüğün Oğulları’ adlı ayrılıkçı grubun üyesidir ve çeşitli protesto gösterileri düzenlemektedir. Varlıklı işadamlarından John Hancock ise karaborsacılık ile ilgilenmekte, kraliyet yanlısı olan kişilerin mallarına çökmektedir. Bir gösteride Vali Thomas Hutchinson’un evi yakılır ve işler geri döndürülemeyecek bir noktaya gelir. İngiliz birliklerinin tepkisi sert olur.
Mel Gibson’un canlandırdığı Benjamin Martin tamı tamına yedi çocuk sahibi Carolinalı bir çiftçidir, tek ebeveyndir. Gençliğinde İngiliz ordusunun bir neferi olarak Yerlilere karşı yapılan savaşlara katılmıştır ve anlaşıldığı kadarıyla hatrı sayılır miktarda Kızılderilinin canını almıştır. Lakin aile babası olunca geçmişine sünger çekmiştir ve barış yanlısı olmuştur (Böyle yapınca tüm günahlardan arınılıyor ve geçmiş hiç yaşanmamış oluyor(!) çünkü). Toplumunda önde gelir, koloni meclisinde vekildir, kraliyet yanlısıdır ve her türlü çatışmaya karşıdır. Ancak savaş onu bulacaktır.
Boston Limanı’nda eylemciler, gemilerin o pek kıymetli yükleri olan çayları, denizin dibiyle buluşturur. Bunu üzerine Kral George, General Thomas Gage’i ‘bozulan devlet nizamının yeniden tesisi içün’ Boston’a yollar. John Hancock bu yeni yönetici ile de iyi anlaşacağını ve ‘gemisini yürütebileceğini’ düşünür ancak öyle işler hiç de öyle olmaz. Thomas Gage onu evinden uzaklaştırır, maddi varlıkları tehlikeye düşer, Bunun üzerine ilk başta hiç yüz vermediği ‘Özgürlüğün Evlatları’na yanlar. Sam Adams, John Adams, Joseph Warren onu istemezler ama Hancock maddi destekte bulunabileceğini belirtir. (Mikrofon sevdalısı Teddy hazır konusu açılmışken burada da yıllardır hayretlere gark olmaktan kendini alamadığı bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyor sevgili okurlar. Bu olay tarihte 'Boston Limanı Katliamı' olarak geçiyor ve olayda sadece 7 kişi ölmüş. Sizi derin düşüncelere sevk ederek anekdotumu noktalıyorum.)
Benjamin Martin’in büyük oğlu Gabriel orduya katılmak istemektedir ama babası oğlunun bu isteğini veto etmektedir. İngilizler ise zulmü arttırmıştır, asilere en ufak bir yardımda bulunanların evleri ve mülkleri yakılmakta kendileri ise oracıkta infaz edilmektedir. Her iki tarafın askerleri de Martin ailesinin evine sığınmıştır ve Benjamin gerçekten de herkesle ilgilenmekte ve yaralıları tedavi etmektedir. Gabriel ise ulaktır, haber iletimi yaptığı için olay yerindedir, üzerinde lacivert üniforma da olunca asılması emredilir. Her şey bir anda oluverir. Benjamin müdahale etmeye çalışır ve tam bu esnada filmin kötü adamı Albay William Tavington’u görürüz, ki kendisi filmin bundan sonraki sürükleyici unsuru olacaktır, Jason Isaacs nefret edilesi bir kötü adam performansı ortaya koymuştur.
Direnişçi ‘Özgürlüğün Evlatları’ John Hancock’u da alarak askeri yardım istemek üzere Philadelphia’ya giderler. Burada Virginia vekili George Washington ile tanışırlar. Sam Adams kendi adamları ile savaşmaya hazırdır fakat güçleri sınırlıdır. Buradan istedikleri askeri desteği bulamazlar ve bir İngiliz cephaneliğini soyarlar. Bayan Margaret Gage ise Joseph Warren’a bilgi sağlamıştır. Elde edilen silahlarla çeşitli çatışmalara girişirler ancak İngilizler onları geri püskürtür.
The Patriot’ta bir çok güzel, özenilerek çekilmiş sahne vardı. Benjamin’in oğlu Gabriel’i bataklık zeminde İngilizlerin elinden aldığı baltalı sahne, esir değişimleri, savaş sahnelerinin geniş planda çekimi, büyük çiftlik manzaraları, gemideki patlama, birebir kılıç dövüşleri gibi. Sonuçta bu film yirmi yıllık, şimdilerde böylelerini çekmiyorlar. Kilise sahnesinden ise, etrafımız Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ile çevrili olduğu ve gelişmişlik seviyesi dip olan böylesi yerlerde bu tür adice davranışlar adiyattan sayıldığı için sanırım, etkilenmedim. (Seküler bir ülkede yaşıyoruz, bin şükür)
Yerel güçler ve İngilizler arasındaki çatışmalar artık iyice şiddetlenmiştir. Bir yandan da Philadelphia meclisinde bağımsızlık oylaması yapılır Daha önce destek vermeyen Philadelphia destek güç yollamayı kabul eder. General Gage ise ayaklananları büyük bir yenilgiye uğratmış, Joseph Warren’ı ise bizzat öldürmüştür. İngiliz donanmasının ufukta görünmesiyle asiler için durum kötü neticelenir. Son sahnede ise George Washington’ı cephe hattında bir kez daha görürüz. Diziyi izleme nedenlerimden biri olan 'Hank Schrader' (Dean Norris) ise beş dakika önce Walter White’ın yanından ayrılmış gibi konuşması -aksanı kötüydü üzgünüm, Amerikan şivesi ile Benjamin Franklin gibi davranamazsın- pek olmamış. Ancak dizi yalnızca üç bölüm, mekanlar ve giyim, müzik ve görsellik iyi.


İzleme amacım rahmetli Heath Ledger’ı bir kez daha doğa ve tarih fonunda seyretmekti lakin umulmadık bir güzelliğe denk geldim: Jason Isaacs. Filmde yalnız kötülüğün değil taş gibi olmanın da zirvesindeydi. Burada yalnızca 37 yaşında, şimdilerdeyse altmışa yakın artık ancak bir sıkıntı var: Bu adam halen taş gibi. Gözlerimi alamadım.
Yahu adam; kaç yaşına geldin, ne zaman yaşlanacaksın? Yaşıtların emmi oldu sen hala sütun gibi heykel gibi geziniyorsun ortalıklarda? Pek de çekicisin ki bu yalnız yaşıtlarına değil tüm hemcinslerine ayıp be! Ne yapmağa nereye varmağa çalışmaktasın???
Mel Gibson son derece iyi bir baba olmuştu filmde, yalnız bakışlarıyla bile çaresizliğini bize fazlasıyla gösterebildi. Ama sorun bu filmin salt Amerikan kahramanlıkları ile bezeli olmasıydı, en az Lord Cornwallis kadar sinirlendim buna. Yahu birkaç çiftçi neler yapmış neler :D Filmin bitiş sahnesi ise fena halde Braveheart’ı anımsatıyordu. Tamam anlıyorum mükemmel ötesi varlıklarsınız sizler(!) lakin bu kadar kör göze parmak da olmamalı. Ortam ve yarattığı hava için bile izlenebilir çünkü o dönemi yansıtmayı başarmışlar artı bir adet Chris Cooper da mevcut.
Zaten dediğim gibi onu bunu ve şunu boşverin Heath Ledger ve Jason Isaacs için bu film izlenir. Sizlere iyi seyirler diliyor, yeniden görüşmek üzere diyorum.

Yorumlar

Bunları Okumuş Muydun?